Söyleşmeler // 05 – 24 Nisan 2013 // Cengiz SAVAŞ // GALERİ SOYUT A-B Salonları

  Söyleşmeler

05 – 24 Nisan 2013 


Cengiz SAVAŞ
GALERİ SOYUT A-B Salonları, Ankara
Resim ve Heykel Sergisi 
Açılış: 05 Nisan Cuma Saat:18.00-20.00 
Galeri Soyut: Yıldızevler Mah. Tagore Cad. Şehit Mustafa Doğan Sokak No: 82 / A Çankaya – 06550 / ANKARA 
Gsm: +090 532 550 99 94 – Tel: ( 0312) 438 86 70 
Web: www.galerisoyut.com.tr
1956 ‘da Uşak- Eşme’de doğdu. 1979’da Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. Belirli bir süre orta öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptıktan sonra, 1982 yılında Milli Eğitim Bakanlığının açtığı sınavı kazanarak Gazi Yüksek Öğretmen Okulu’na Resim Anasanat Dalı asistanı olarak atandı. Kültür Bakanlığı, Ziraat Bankası, Devlet Resim Heykel Müzesi gibi resmi kurumların yanı sıra yurt içi ve yurt dışı bir çok resmi ve özel koleksiyonlarda ve müzelerde eserleri bulunmaktadır. Halen Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 
Kişisel Sergiler: 
2013 Galeri Soyut / A – B Salonları – Ankara 


2011 Adana Büyükşehir Belediyesi 75.Yıl Sanat Galerisi – Adana 

2011 Galeri Soyut – Ankara 
2007 Galeri Soyut – Ankara 
2006 Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi / İstanbul 
2006 Galeri Spectrum / Veliko Tırnova / Bulgaristan 
2005 Galeri Akdeniz – Ankara 
2004 Batıkent Sanatevi – Ankara 
2003 Artı Sanat Galerisi – Ankara 
2001 Artı Sanat Galerisi – Ankara 
2000 Galeri Soyut – Ankara 
1997 Ziraat Kültür Merkezi – Ankara 
1995 Batıkentli Sanatçılar Derneği Sanat Galerisi – Ankara 
1994 Milli Piyango Sanat Galerisi – Ankara 
1993 Esbank Sanat Galerisi / İzmir 
1987 Devlet Güzel Sanatlar Galerisi – Ankara 
1981 Uşak Halk Eğitim Merkezi / Uşak 
Ödüller: 
1993 Kültür Bakanlığı 55. Devlet Sergisi / Mansiyon 
1992 Adana Çimento Sanayi Resim Yarışması / Mansiyon 
1992 Ahi Evran Sergisi / Mansiyon 
1991 Adana Çimento Sanayi Resim Yarışması / Mansiyon 
1990 PTT. 150.Yıl Sergisi / Ödül 
1990 DYO Resim Yarışması/Mansiyon 
1989 Kültür Bakanlığı ve Anadolu Folklor Vakfı Resim Yarışması / Mansiyon 
1989 Kültür Bakanlığı 50. Devlet Resim Yarışması / Mansiyon 
1989 Türkiye Petrolleri A.O. Atatürk Resim Yarışması /Mansiyon 
1988 Beden Terbiyesi “Spor” Konulu Resim Yarışması / Mansiyon 
1985 Zonguldak 100.Yıl Vakfı Resim Yarışması / Büyük Ödül 
1986 Viking Baskıresim Yarışması / Mansiyon 
1987 Dünya Çocuk Yılı Fotoğraf Yarışması / 1.Ödül 
1977 Bölgelerarası Fotoğraf Yarışması / 1.Ödül 
1977 Bölgelerarası Fotoğraf Yarışması (Ankara Bölgesinde) / Mansiyon 

**************

KENDİ TÜRKÜSÜNÜ SÖYLEYEN ADAM

Zafer Gençaydın
Kin ve nefret duygularından beslenen karanlık güçlerin kirli siyasetinin eğitim kurumlarına –özellikle de öğretmen yetiştiren kurumlarabulaştırıldığı ve elini çekmediği yetmişli yılların sonlarıydı. Yani gençlerin birbirlerine boğazlattırıldığı yıllar. Yurtdışı ihtisas öğreniminden yeni dönmüş ve bir zamanlar bir tapınakta ibadet edercesine öğrencilik yaptığımız Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümüne yeni atanmış bir öğretmen olarak estirmeye çalıştığımız yeni sanat eğitimi rüzgârıyla öğrencilerimizi güdülemeye çalışırken tüm hevesimiz kursağımızda düğümleniyordu. Değişik siyasal görüşlü öğrenciler arasındaki çatışmaların yaşamı kana buladığı ve insanların can derdine düştüğü, okula devam etmenin nerdeyse olanaksızlaştığı bir gerilim ortamında öğrenci olarak varlıklarını sürdürmeyi, geleceklerini kurtarmayı başaranlar olsa da o kuşağı kayıp kuşak olarak görenler de olmuştur. Ancak her şeye karşın o günlerin zorluklarının pişirip güçlendirerek bugünlere taşıdığı birçok kişiden biri de atölyemdeki öğrenciliğinden beri tanıdığım Cengiz Savaş’tır. O zamandan bu yana çalışmalarını yakından izlememe karşın resimlerinin ve son zamanlarda yapmaya başladığı heykellerinin kökenindeki güdünün nereden kaynaklandığı konusunda doğrusu pek düşünmemiştim.
Açtığı bir serginin kataloğunda (2007), “Adını anımsamadığım bir ozan; ‘Her kuş kendi coğrafyasının renklerini kanatlarında taşır’ der. Resimlerimin otobiyografik bir yanı olduğunu düşünüyorum. Resimlerimin konusu insanlar, yaşadığım coğrafyaya ilişkin insan tiplemeleridir.” diyor Cengiz. Benzer bir sözü de Fransız düşünürü H, Taine söylemiş. Belleğim beni yanıltmıyorsa şöyleydi: “Her coğrafyanın kendine özgü bir bitki örtüsü ve hayvan türü olduğu gibi, kendine özgü kültürü de vardır. Bana yaşadığınız coğrafyayı söyleyin, size kültürünüzü anlatayım.”
Her sanatçı gibi ressamlar da ne yaparlarsa yapsınlar aslında kendilerini, kendi öykülerini, kendilerini biçimleyen coğrafyalarını anlatırlar ve isteseler de genelde kendi kültür çevrelerinin dışına pek çıkamazlar. Nasıl ki bir kültür varlığı olarak sanatçılar yaşadıkları toplumun damgasını taşırlarsa, her yapıt da sanatçısının damgasını taşır. Sanat bir anlamda insanın ilgi duyduğu şeyleri (nesneleri) bir parça kendi(si)leştirmesi; kendisini de o şeyleştirmesi –işte ne yapıyorsa- yani kendini, özdeşleştiği nesneye sindirmesidir. Sanatçının özgünlüğü bağlamında söylemek gerekirse, yapıtları kendi parmak izi gibidir. Bir ressamın resimleri de biçemi de kendisidir.
Özgünlük, kendi olabilmektir. Yani bir sanatçı için, çok iyi bir başkası olmaktansa, kötü bir kendisi olmak daha iyidir. Bu da güçlü bir kişilik gerektirir ve insanın geliştirebileceği en zor davranış biçimlerinden biridir. D. Cündioğlu’nun deyimiyle: “İnsanın en büyük eseri kendisidir, eğer anlamını bilirse.” Öyleyse bu anlamda sanat, insanının kendini tanıma, keşfetme serüvenidir. Montaigne de şöyle diyor: “Her konudan çok kendimi incelerim. Benim metafiziğim de budur, fiziğim de.” Kendini tanıma ve keşfetme aracı olan sanat serüveninin kökenini insanın yetişkinlik çağında değil, psişik yapısının temellendiği geçmişinde aramak gerekir. Çünkü insan, kişiliğini oluşturan deneyimlerin çoğunu küçük yaşlarda edinir. Ayırdında olmadan mutlu ya da mutsuz geçirilen ve “Kaybolan Cennet” olarak nitelenebilecek ve tüm yaşam boyu insanın peşini bırakmayacak olan çocukluk çağının sanatçıların yaratıcılığının ana kaynağını oluşturduğu söylenebilir. Bu sürecin nedenini ve nasıl bir yol izlediğini 2010 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Perulu yazar Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar adlı kitabında özlü biçimde dile getirmektedir.
“…, kadınlar ve erkekler çocukluklarında veya ilk gençliklerinde kişiler, olaylar, anekdotlar
ve yaşadıkları dünyadan farklı dünyalar hayal etmek gibi zamansız bir eğilim geliştirirler; daha
sonraları edebiyat mesleği diye adlandırılacak şeyin başlangıç noktası işte bu eğilimdir.
Hayal gücünün kanatlarına binerek dünyanın gerçeklerinden, hayatın gerçekliğinden
uzaklaşma arzusuyla edebiyatın icrası arasında çoğu insanın asla aşamayacağı bir uçurum
uzanır. Bunu aşmayı ve diğer tarafa geçmeyi başaranlar, yazarak dünyalar inşa eden ve
yazar adı verilen azınlıktır.” (Çev. Emrah İmre, Can Y. 2012, s.14.).
Mario Vargas Llosa’nın edebiyat için bu söyledikleri, estetik temeli aynı olan tüm sanat dalları için de geçerlidir. Çünkü “yaşamın zorunlu bir devamı olan yaratıcılığın” kökeninde yatan nedenler aşağı yukarı aynıdır. İnsan gerçekler karşısında düştüğü sıkıntılardan ya kaçıp kurtulmak ister ya da eksik kalmış bir yaşamı kendince tamamlamak amacıyla kendi yarattığı ve sığındığı yedek dünyada kendini keşfetmeye çalışır. İşte içinde kendini gerçekleştirmeye çalıştığı bu sığınağın –ya da sırça köşkün- adı sanattır ki insana inançlardan daha çok mutluluk seçenekleri sunar. Ancak sanatçı, mutluluğu sorunsuzlukta arayan değil, uzlaşamadığı bir dünyaya karşı duyduğu huzursuzluktan kaynaklanan başkaldırının kazandırdığı özgüven ve farkındalık bilincinin yarattığı hazda arayandır.
Bir sanatçıyı tanıyabilmek, onun çocukluğuna inmek ve düşünce dünyasına girmekle mümkündür. Bu iki bakımdan önemlidir: birincisi, yaptıklarının, kökünü geçmişten alan yaşanmışlıklara dayalı olarak içsel bir ihtiyaçtan doğup doğmadığı; yani kendini tanımaya yönelik, kendi kendisiyle yaptığı iç hesaplaşmaya dayanan düşüncelerinin sonucu olup olmadığı -bir başka deyişle kendi öyküsünü yazıp yazmadığıdır. İkincisi de, çoğu kez bir kişilik zayıflığının sonucu olarak, çağdaşlık ya da yenilikçilik(!) adına moda 6 eğilimlerin peşine takılma ucuzluğuna düşüp düşmediğini anlamak içindir. Bir sanatçı için en büyük tehlike başkasının peşine takılıp “büyük bir cüce” olmaktansa kendi yüreğinde yatan kendi halinde “küçücük bir dev” olmak daha iyidir. Çünkü başkasının izinde yürüyenin kendi izi olmaz. Başkalarının ardında yürüyenler, ardında yürüdüklerinin gölgesinde kalan cüce gibidirler. Gerçek sanatçılar bildikleri (inandıkları) yolda tek başına yürümeyi göze alabilenlerdir. Kuşkusuz güçlü bir ‘ben’ duygusuna sahip olması gereken sanatçının, özgür ve özgün olma uğruna geçmişine, kendisinden önceki kuşaklara ve çağına sırtını dönmesi, kültürel birikimi yadsıması gerektiği anlamına gelmez. Onlar, geçmişin ustalarına bir yandan hayranlık duyarlar ama öte yandan onların gölgesinde kalmanın da sanatsal anlamda kendi ölümleri anlamına geleceğini iyi bilirler.
Her birey gibi toplumunun doğal uzantısı olmakla birlikte sanatçı kendi geleceğini yaratma kaygısıyla, kendi kalabalığıyla baş başa kalmayı seçerek, gerekirse toplum dışı kalmayı göze alıp kendilerini yalnızlığa çekebilirler. İnsanın kendisini yalnızlığa çekebilmesi yapılabileceklerin en zor olanıdır ve güçlü insan işidir. Yalnızlığı göze alamayan biri yaratma istencini nasıl gösterebilir ki? Ancak yalnızlığa ayrılan zaman yaratıcılığa ayrılabildiği ölçüde anlamlıdır. Yoksa yalnızlık, toplum kaçkınlarının sorunlar karşısındaki umarsızlıklarının verdiği sıkıntıdan başka bir anlam taşımaz. Sanatçının kendisini yalnızlığa çekmesi, çağın sanatına, kültürüne, bilimine, teknolojik gelişmelerine, toplumsal sorunlarına ilgisiz kalması anlamına gelmemelidir.
Ancak sanatın içsel gereksinimlerden doğduğu düşüncesinden çıkarsak, yenilikçi ve çağdaş olma adına modaya kapılarak, içselleştiremediği iğreti düşüncelerin peşine düşmek sanatsal kişiliğin ve özgünlüğün düşmanı olduğunun da bilincindedir sanatçı. Onlar eldekiyle (var olanla) yetinme ve alışkanlıklarıyla yaşayan çoğunluğun uzlaştığı geçerli değer yargılarıyla bütünleşme yerine sürekli bir değişimin peşinde ve ‘geleceğe sıçrama’ arzusu ile çağın tüm olanaklarını amaçları doğrultusunda değerlendirme yolunu seçerler.
“Sanatın insansızlaştırıldığı” bir dönemde moda akımların sarmalına düşmeden, insan duyarlığını ortaya çıkarmaya olanak sağlayan boya tadına ve fırça güzelliğine dayalı bir anlayış, sanatçının kendi kişiliğiyle de örtüşüyorsa, geçmişin yeni bir bilinçle ele alınarak çağdaş bir dile dönüştürülmesi hep olasıdır. Bu durum tümüyle sanatçının içsel gereksinimiyle ilgili bir durumdur ve yenilikçilik adına akşamdan sabaha değişim olamayacağına göre de tutarlılığın gereğidir. Sanat yapıtlarının gücü şu ya da bu anlayışla veya teknikle ilgili değil, yaratım sırasında sanatçının yaşadığı duygu yoğunluğuyla ve zenginliğiyle ilintilidir. Unutmamak gerekir ki sanatın eskisi-yenisi, soyutu-somutu ya da ne yapıldığı değil nasıl yapıldığı ve etkileme gücü önemlidir. Bu bağlamda Cengiz’in anıtsal figürlü resimleri ne gündelik yaşam sahnelerinin beylik betimlemeleri ne de resmedilmiş ruhsuz, anonim tiplerin oluşturduğu “insan natürmortlarıdır.” Onun figürleri, kendi çevresindeki insanlarla olan kökü geçmişteki
duygusal bağlarının, sözcüklere sığdırılamayan yönlerinin görselleştirilmiş dışavurumlarıdır. Yalnız işlediği temalar açısından değil aynı  zamanda resimsel mekân, renk, biçim duyarlığı
ve yorum açısından da… Sanatçının yaşamındaki aile bağlarına ilişkin motiflerin izlerini figürlerinde üstü kapalı da olsa görmek veya sezinlemek mümkündür. Bu figürler yalnızca sanatçının çevresindeki “insan manzaraları” değil, onların ve kendi geçmişinin öyküsüdür. İki metreyi aşan tuallerdeki anıtsal boyutlu, zarif endamlı kadın figürleri sanki görünüşlerinin altında başka bir gerçeği yansıtır gibidirler. Genellikle dış dünyaya bakmaktan çok kendi dünyasına gömülerek kendi içine bakan, psişik yaşanmışlıklarını da duyumsatan sanal bir dünyanın varlıklarıdırlar sanki. Suskun ama iç dünyalarını ele verir gibi. Sanat da gerçekleri
başka yoldan söylemek değil midir zaten? Açıklamak yerine, dolaylı olarak söylemek; ifade ederek duyumsatmak yani. Her sanatçının anlatmaya çalıştığı bir yaşam öyküsü vardır bilincinin derinliklerinden çağırdığı. Yaşamamızla ilgili ulu orta anlattıklarımız, yalnızca “söylemek istediklerimizdir.” Bir de açıkça söylemek istemediklerimiz vardır ki onlar da sanatın diliyle söylenenler ya da söylenebilenlerdir. Büyük boyutlu kadın figürleri en güçsüz ya da zor zamanlarda şefkatine sığınılan veya insanı kanatlarının altına alan eksik kalmış bir
ana sevgisinin veya saygısının simgesi olamaz mı? Bir çiftçi çocuğu olarak yaşadıklarını ve
değiştirmeye güç yetiremediği zor koşulların gerçekleri karşısında kendisinin ve anasının
kişiliğinde birleştirdiği çaresizliğe duyduğu öfkenin kılık değiştirerek ortaya çıkan görüntüsü
olarak yorumlanamaz mı Cengiz’in resimleri? Boya ve fırça güzelliğine önem veren geleneksel
boyaresim (pentür) tadındaki, gerçekçi desen anlayışına bağlı göz dolduran, dingin ama derin
içselliğe ve inandırıcılığa sahip bir dünyanın insanlarını anımsatan figürler (sanatçının azizeleri de denebilir) sağlam bir teknik ve plastik anlatımda birleşerek usta birsanatçının işleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Her tür özentiden uzak, gücünü kendi kökeninden alan alçakgönüllü bir içtenliğin ve duyarlığın dışavurumu olan anıtsal resimler bir bakıma ‘peyzaj figürler’ olarak da adlandırılabilirler. Belli bir çalışma temposunu yansıtan, boyayı belli bir tazelikte ve özgür bir fırça anlayışıyla yormadan kullanarak büyük boyutlu tuallerin üstesinden gelebilmek kolay değildir. Bir sanatçı hakkında ne söylenirse söylensin, onu her yönüyle anlamak da anlatmak da olanaksızdır. “Hiçbir söz gördüklerimizin tümünü anlatmaya yetmez.” Resimlerini görmek gerek. Onlar erbabına kendilerini daha iyi anlatırlar.
Ankara, 02 Mart 2013
GÖRÜNMEZ OLANIN EVRENİNDE SOLUK ALAN BEDENLER
Birnur Eraldemir
Konuşmak, yazmak, dil kullanımının bütünü, anlam üretimidir elbette. Sanat da özel bir anlatım dili olarak kabul edilir ve bütün insanlık tarihi boyunca anlamın içine girip yerleştiği nesne olarak tanımlanır. Diğer diller gibi sanatsal dilin de değer bulup bulmaması başkalarıyla
kurduğu etkileşimine bağlıdır. Estetik deneyim olarak kavramsallaştırılan bu etkileşim, dilin
nesnesi haline gelen sanat ürünü ile yaşamsal olgular arasında özel bir ilişki kurma biçimini
işaret eder. Estetik deneyimin yoğun olarak yaşandığı bu anlar bilinenle bilinmeyenin, görünenle görünmeyenin karşılaşma anıdır. “….sanki çok hafif bir sesle bir şey fısıldanmış, yine de bu ses bir şekilde duyulmuş gibidir.”(1) Bu fısıltıyı duymazsanız, bilinenin saklı kalmış
anlamlarını açıklayamazsanız. Öyleyse, sanatın nesnesi salt biçimsel bir örüntü değildir.
Yüzeysel farklılıkların altında yaşamla kalıcı benzerlik örüntüleri sağlayabilen elemanlardan
oluşan sanat, sanatçının yaşama ilişkin kimi çelişkilerinin yansımasını bulduğu özel bir
ifade alanı olarak anlamlıdır. Sanatçıların bir siyasal-kültürel ortam olarak önemsedikleri
deneyimleri, farklı zaman, mekan ve sürece ilişkin duyarlıkları bu özel anlatım biçiminde
olanaklı hale gelir. Bu bağlamda, sanatın çoğu zaman çok kişisel içsellikleri dışa vurmak için
önemli bir olanak olduğu yadsınamaz. Ancak, sanat yalnızca kişisel itiraflara ya da mahrem
deneyimlere, tikelleştirilmiş bir benlik sunumuna da sonsuza kadar olanak tanımaz. Ne doğanın genel yasalarına uygun olarak ne de rastlantıyla açıklanabilen bu sanatsal biçimlendirme, hoşlanmak, etkilenmek, heyecanlanmak, sevinmek, gibi duygulanımları harekete geçirirken, aynı zamanda algılamak, anlamak, anlamlandırmak gibi öze ilişkin bilinçli bir yaklaşımı da gerekli kılar. Bu yaklaşım, estetik varoluşun hakikati ile ilgilidir. Gören ile görünür olanın, görünür olanla görünmez olanın hakikati. Sanat ürününün hakikati olarak somutlanan imge bir deneyim nesnesi olarak tanımlanır. Görme ve gösterme olgusu da algılarımızın ve deneyimlerimizin somutlanış biçimi olarak tarif edilirse, sanatçının deneyimlerinin görünür hale geldiği ürünlere bakan izleyici, orada aynı zamanda kendi hakikatini de arayacaktır.
Ürünlerine ve üretim sürecine baktığımızda, Cengiz Savaş’ın sanatın temel sorunsalı olan
özne-nesne ilişkisini çözümlemeye çalıştığını görürüz. Cengiz Savaş’ın çalışmalarından
edindiğimiz izlenimlere göre, sanatçı, nesneyi, en genel anlamda, öznenin dış
dünya ile kurduğu ilişkiler ve o dünya içindeki deneyimler olarak kabul etmektedir. Bu
nedenle, sanatçı, ürünlerindeki nesneleri, hakikatin algılanmasına aracılık eden bedenler
olarak görür. Her özün eşsiz ve ayrıcalıklı bir bedene sahip olduğunu, ama daha önemlisi,
bu ayrıcalıklı tekliği ortaya çıkaranın aslında anlam olduğunu kabul ederek, bedende
hakikatin görünümünü arar.
Algının Fenomelojisi’nde dünya ile kurulan ilişkiyi felsefi bir bakış açısıyla değerlendirmeye
çalışan Ponty’ e göre “… uzamlı bir töz olan beden ile düşünen bir töz olan ben algıda
bütünleşir….. algılayan bedendir ve algı bütün edimlerin üzerinde yükseldiği temeldir. Bilgi ise algının açtığı ufuklar üzerinde yükselecektir. Beden, özneyi uzam ile karşı karşıya getiren, algıların doğal ortamı ve alanıdır. Algı bedenin doğrudan bir edimidir.”(2) Cengiz Savaş’ın da hakikati, bedende var oluşu üzerinden temellendirdiğini söyleyebiliriz.
Onun ürünlerinde ana eleman olarak yer alan bedenler, salt anatomik ya da estetik
kavrayışının sonucu olarak var olmazlar; duyumla, deneyimle, algıyla bağlantılı bir
kavram olarak sanatsal üretiminin felsefi problemini oluştururlar. Cengiz Savaş’ın figüre
dönük yaklaşımını Ponty’nin görüşleriyle anlamlandırırsak, beden, anlamın dışa
vurulmasıdır. Beden, içinde duyumsamaların/ algılamaların oluştuğu, ama aynı zamanda
algılamaların kendisinden çıkan şeydir. Ürünlerinde, nesnenin kendisinde saklamaya
çalıştığı şeyi ortaya çıkararak, bildiğimizin sınırlarına dikkat çeken Cengiz Savaş’ın
aradığı hakikat, nesnenin yalnızca formunda değil, onun oluşturulma biçiminde bedenleşir.
Böylece bilinmeyen ya da bilinmez olan şeyi tamamlamamıza yardımcı olur. Cengiz
Savaş’ın nesneleşen bedenleri gerçeklikle değiş tokuş içine girerek tam olarak dile
getirilemeyen, söylem içinde var olmayan ve ancak maddesel biçimde anlatılabilen ama
tanımlamak için de belirgin bir kavramın bulunamadığı deneyimleri içerir. Bedenler
gerçek olanın imgelemsel dokusunu göze sunar, hem özne hem de nesnedir. Bu bedenler
diğer nesnelerden ve özneden bağımsız olarak var olmaya çalışmaktadır, ürünlerine içkin
kıldığı anlamla Cengiz Savaş bu çabaya destek verir.
Cengiz Savaş’ın ürünlerine yönelen algının tek iletişim kanalı olan ve üst düzeyde
plastik bir yetkinlikle bedenleşen figürler kendi etraflarında ustaca yaratılan uzamı
harekete geçirerek psiko-fiziksel bir tepki yaratırlar. Cengiz Savaş’ın resimleri son
zamanlarda neredeyse unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır bize: sanatın hayatın sürekliliği ve
düzenlenmesindeki yaşamsal işlevine tutunmak gerekliliği. Sanat bize başka bir hayat ve
roller sunar ki hakikatin insaniliğini bunlarla tanımlarız.
Cengiz Savaş’ın kişisel üslubuyla geliştirdiği resim ve heykelleri, gözlemden ya da ruhsal olandan değil daha çok karşılaşmalardan doğar. Bu karşılaşma ege kasabasından metropollere uzanan kişisel bir evrende, ülkenin yeni bir gelecek kurma umuduyla oradan oraya savrulduğu başsız ve sonsuz bir zamanda olup biter. Bir varmış bir yokmuşla başlayan ve biten bütün masalların zamanlarında yaşanır. “Kendilerini yalnızca ona 10 gösteren, gerçekle yalan arasında tutunan kadınlar, erkekler ve çocuklar, uğruna bunca yalan söyledikleri hakikati, olanın bitenin karanlık yüzünü, zihnin kuytu köşelerini, söylenmeyen sözleri, gerçekleşmeyen olayları” Cengiz Savaş’ın resimlerinin kocaman boşluklarında açığa çıkarırlar.. Savaş’ın onlardan öğrendiği şey “anlatılamayan, okunamayan, öğrenilemeyen ve hiçbir kitapta yazılı olmayan hakikate ulaşmak için ışık kadar karanlıktan, gerçek kadar yalandan da geçmek gerektiğidir. Yalanın, masalın, öykünün, sanatın gerçekle aynı olan etinden.”(3)
Sanatçıların hayatla olan bağları sorgulanırken, onların zamana ait olanı kendi yaşamlarıyla
yüzleştiren yeni bir dile karşı da sorumlu oldukları düşünülür. Günümüzün çoklu ve güdümlü imgeler ortamında bu sorumluluk nasıl yerine getirilir? Gerçekle görüntünün birbirinin yerine geçtiği bu süreçte nasıl arınıp öze ulaşılır? Nasıl hem sanatın tarihiyle hem de hayatla yeni ilişkiler kurabilen bütünlüklü bir algı yaratılabilir? Günümüz sanatının temel sorunu budur. Aynı zamanda bu sorun içinde beş bin yıllık sanatın öyküsünü de taşır.
Cengiz Savaş’ın sergisi bu öyküye gerçeklik kazandırmanın olanağına dönüşebilir. Allı güllü, pembeli yeşilli giysileri, sakin beklentisiz bekleyişleri, kurnazca gülümsemeleri ile aramıza katılan uzun ince bedenler bize bu yanıtı fısıldamaktadır. Sanatın
öyküsü gerçeğe teslim olmamak için hakikati teslim almaya devam etmektedir. Ne kadar
sık anlatılırsa anlatılsın eskimeyen, tam bittiği yerden yeniden başlayan bu öykü Cengiz
Savaş’ın ürünlerinde seslendirilmektedir. Sanat tarihsel süreç içinde karşılığını bulan
önemli bir anlatım biçiminin, etik, estetik ve plastik ilkelerini öne çıkaran bu sergi, pazar
ilişkileri ve tüketim toplumunun koşullandırmış olduğu beğeni düzeyini yok saymaktadır.
Cengiz Savaş sermayenin desteğiyle güdülenen, egemen ideolojilerle biçimlenerek
özerkliğini kaybeden ve neredeyse stratejiye dönüşen bir sanatın silahlarını, hakikatin boy
verdiği topraklara; öykülerinin görünmeyen yurduna sokmamaya kararlıdır.
Ankara, Mart 2013
1. Peter de Bolla, Sanat ve Estetik, Çev. Kubilay Koş, Ayrıntı Yayınları,
1. Basım, sf.23, 2006, İstanbul
2. Serdar Aydın, Fatma Tülin Resmi: Algı Form ve Pornografi, Sel
Yayıncılık, sf. 40, 2009, İstanbul
3. Ayşegül Devecioğlu, Ağlayan Dağ Susan Nehir, Metis Yayınları, 3.
basım 2008, İstanbul
Bİ DÜNYA RESİMLER
Tunç Tanışık
Bürokraside ya da üniversitelerde öğretim
üyesi olarak çalışan sanatçıların bir bölümünde,
disiplinlerine karşı, kanıksama, sıradanlaşma
hatta bıkkınlık gibi eğilimlerin öne çıktığı
görülür. Kurumların katı kuralları, konformizm,
bürokratik görevler, örnek olma gerekliliği vb..
destekler bu davranışı. Bu durumda ressamın
yaratma sürecini tüm boyutlarıyla ve özgürce
yaşaması, denemesi, yanılması durumunun
yıllar geçtikçe gitgide azalması, heyecanının
düşmesi, beklenen sonuçlardan biri olabilir.
Buna direnmek, ‘’ressamca’’ yaşanabilecek bir
hayatın dışına düşmemek, yaratıcılığını sürekli
parlatmak, heyecanını diri tutmak ise ciddi bir
çaba, sürekli düşünmek ve çalışmayı gerektirir.
Uzun yıllardır hayatını sevilen bir ‘’hoca’’ olarak
geçiren, birçok öğrenci yetiştiren Cengiz Savaş,
eğitimciliğinin, yukarıda saydıklarımın tümüne
karşın, sanatına olan sevgisini ve tutkusunu
hep diri tutmayı başarmış, dünyaya o noktadan
bakarak yaşayabilmiş, yani sanatı hayatının
merkezine yerleştirmiş, geniş bir duygu
dünyasına sahip sanatçılardan biridir.
‘’Sanatçı’’nın köklerine, geçmişine, çocukluk
coğrafyasına olan tutkulu bağını, çevresini,
yaşadıklarını, biriktirdiklerini sanatla
harmanlayarak sorgulamasını ilgiyle ve saygıyla
izlemişimdir hep .
Konularını tüm içtenliğiyle, en bildiği yerlerden,
en tanıdığı kişilerden ve en sevdiği şeylerden
seçmesine karşın, yüksek tekniği ile boyadığı
büyük boyutlu yapıtları, iyi bir resmin ne
kadar şiir, ne kadar müzik içermesi gerektiğini,
yüreğimizin hangi yanını nasıl titretebileceğini
de gösterir bize.
Her biri ‘’bi dünya’’ dır O nun resimleri…
Ankara, Şubat 2013
12 CENGİZ SAVAŞ’ IN SANAT SERÜVENİNİ VE
SANATINI ELE ALMAK
Cezmi Orhan
‘Ne yaparsam yapayım hepsi hüzünlü oluyor’
diyor. Cengiz Savaş.
Rebelais’nın ’Gülmek insana özgüdür’ demesi
gibi,
Hüzün insana özgüdür.
Cengiz Savaş’ın sanat serüvenini ve sanatını
ele almak, resim sanatın omurgasının ana
izleği olan figüratif akışın; renk, rengin
plastiği, nite1iği ve işlevinin; esin, konu, dil ve
özgülüğün(şahsa münhasırlık);bir sanatçı da
düşün ve imge öğesi olarak; insan ve insani
özün irdelenmesi anlamına gelmektedir.
Savaş’ın resimleri, ilk bakışta anıtsallığı ve
yalınlığıyla ilişki kurmayı olanaklı kılıyor
olmakla beraber, büyük oranda figür
aracılığıyla, bedenin, vücudun, gövdenin;
insanın, hayvanın, ağacın ve bil cümle canlı
cansız varlığın, imgeye dönüşümü gibi sanat
disiplinlerinin özellikle plastik sanatların temel
bir meselesini öznelleştirmektedir.
XX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, gövde,
resimdeki temel söylemiyle figür, bir yapı
olmaktan çok cismani bir anlam taşımaya
başlamıştır. Bir görüngü(fenomen) olarak
gövde çağdaş sanat ekseninde geniş bir
çeşitlilik gösterirken plastik sanatlar başta
olmak üzere bütün sanat disiplinlerinin
dönüştürdüğü ve anlamlandırdığı temel
sorunsalların başında gelmektedir. “Her
şey gövdedir.”Doğa” canlı olduğu için değil;
mekânlarının, yerlerinin her biriyle yüzleşilmiş,
her biri baştan çıkarılmış, dinlenmiş ve senin
tarafından, ressam tarafından izlenmiş olduğu
için.” (1)Her şey gövdedir.
Gövde, bir taraftan, Gustave Courbet’nin
Dünyanın Başlangıcı adlı 1866’da yaptığı (bir
Osmanlı diplomatı olan Halil Bey’in siparişiyle
yapıldığı sanılan ve zatın koleksiyonun da iki yıla
yakın kalan) resimle köken alan, Francis Bacon,
Lucian Freud ve günümüz sanatçılarından Jenny
Saville’le güncelleşen ve yarılarak figürden tinini
ayrıştırılmasına dayanır. Aynı zamanda bu algı
ölümlülüğü ve yaralanabilirliliği görünür kılarak
bedeni, ‘yalnız bir vücut parçası’ halin de et
olarak somutlaştırır. Diğer taraftan beden, bu
travmatik et algısına koşut şiirsel ifade aracığıyla
resim ve heykel disiplinindeki büyük yürüyüşünü
sürdürür.
Cengiz Savaş’ın resim serüveni figürün etsel
temsiline değil, şiirsel ifade kökenine bağlıdır.
Bu köken, büyük ölçüde Edouard Manet ve
arkadaşlarının başlattığı bir olgudur.” Courbet’nin
görüş tarzını çok ciddi bir şekilde ele alan bu
sanatçılar, resimde yer etmiş bayat ve anlamsız
alışkanlıklara karşı tetikteydiler. En fazla kabul
edecekleri, geleneksel sanatın insanları veya
nesneleri çok yapay koşullar da betimlemek
için bir yöntem bulduğu”(2)düşüncesidir. Aynı
zamanda bu köken, Greenberg’in ” David’in
XVIII. yüzyılda heykelsi resmi canlandırmaya
çalışması kısmen, resim sanatını, renk üzerine
yapılan vurgunun neden olmuş göründüğü
dekoratif yassılaştırmadan kurtarmak içindi.
Bununla birlikte David’in en iyi resimlerinin
(bunların çoğu portredir)gücü çoğunlukla başka
şeylere olduğu kadar renge de dayanıyordu.
David’in öğrencisi Ingres çok daha tutarlı
davranıp rengi geri plana atmış olsa da resimleri
Batı’da XIV. yüzyıldan beri sofistike bir sanatçının
yaptığı en yassı, en az heykelsi resimler
13
arasındaydı. XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde
resimdeki bütün tutkulu eğilimler (farklılıklarına
rağmen) heykelsiliğe karşı birleşmişti. Manet
ve izlenimcilerle birlikte sorun ’çizime karşı renk’
olmaktan çıkıp dokunsal çağrışımlarla revize
edilmiş ya da değiştirilmiş görsel yaşantıya karşı
katıksız görsel yaşantı haline geldi. İzlenimcilerin
gölgelemeye, modellemeye ve heykelsi olanı
çağrıştıracak her şeye karşı çıkışları renk adına
değil, saf ve kesin görsel olan adınaydı.(3)diyerek
yorumladığı ve uzun süre Avrupa’nın görmezden
geldiği Chaim Soutine’i de içine alan bir kökendir.
İşte resim sanatını, tarihsel ve diyalektik
zeminde radikal biçimde ikiye ayıran temel
gelişme, Manet’nin Goya’yı daha ileri taşıyarak
resimlerin de figürü, heykelsi resim geleneğini
aksine hacimselleştirmemesi olan bu süreçtir.
Rengin işlevsellikten özerkliğe, figürün
temsilden biçime evrildiği bu süreçte Cengiz
Savaş’ın gövdeleri veya rengi, sınıra (kontura)
yakın hali mekânsallaştırarak konmuş, monte
edilmiş ’sınırlar topografyası‘ veya aklın
çerçevelediği formlar değil, oluşun bir halidir. Bir
oluş öyküsüdür.
Bu öyküde, bütün resimsel değerlerin özgün
ifadelerle inşasında olduğu gibi, her cismin
ortak doğası olan ışık da, (resimde madde
olarak boya)koku gibi istenmedik yerlere kadar
yayılma özelliğiyle bir noktadan gelip seçilmiş
alanları değil, bir evren olarak tuvalde sınırsızlık
yaratır. Nasıl ki ışığın doğada yayılımını doğanın
dikeyleri kırar. Savaş’ın resimlerinde de cisim
(form)geçirgensizliğiyle, uzamda var olan
resim öğesi olarak ışığın asli işleviyle girdiği
düellonun yorgun galibidir. Her şeye rağmen
varlığın dikilen, ayağa kalkan evresine referans
verir. Renk ve figür gibi ışık da heykelsiliğin
tutsaklığından kurtulmuş, özgürleşmiştir.
Cengiz Savaş’da renk, rengin işlevi ve
niteliği, ışığın ve boyanın maddi varlığının çok
ötelerinde bir yerlerdedir. Emprevizyonel bir
meseledir. Her ne kadar renk optik bir olgu
olarak var olsa da ”insan muhayyilesinde
kendi için hazır bekleyen bir yeri vardır.
Palette ya da resmin üzerinde boyayı
karıştırmaya başladığınızda, renkler de bir
töz kazanmaya başlar. Bir renk töz kazanıp
nesneye dönüştüğünde, renk olmaktan çıkar.
Masumiyetini ve kolay betimlenebilirliliğini
yitirir ve –sözde bir “gök mavisi” bile olsakaçınılmazlıkla
ağırlaşır. Bu tür kaçınılmazlıkları
keşfetmek, ressamın rüyasıdır.” (4 )
Tüm bu tespitlere koşut olarak, sanat yapıtı
niteliğine ulaşmış her yapıtta olduğu gibi,
Savaş’ın yapıtlarında da Aristoteles’in;
1-maddesel 2-biçimsel 3-devindirici ve
4-ereksel’likden oluşan ‘nedenler kuram’nın
tüm nedenselliklerinin oluştuğunu görmekle
beraber Savaş, kendisini bir amaç(erek)
insanı değil bir ütopya insanı olarak görmeyi
yeğlediğini ifade eder. Öğrencilik yıllarından
buyana günümüzü de sarmalayan distopyan
ortamın süreğenliğinden saklanan sözde büyük
insanlığın aksine meydan adamı olmak ve Türk
sanatının sorumluluğu almak isteyen ütopyan
bir insan.
Günümüz sanatında, insanın ve yaşamın,
yaratıcı eğilimlere esin kaynağı olmaya
devam ettiğini gösteren Cengiz Savaş,
sokağın, için için öfkenin, özlemin, arzunun,
suskunluk ve hüznün insanlarının ressamıdır.
Yapıtlarına, ‘Askerin Günlüğünden’ ve ‘Koreli’
gibi oldukça nadiren isim koyan sanatçı,
figürlerinde zorlama deformasyonlar ve ustaca
14 çarpıtmalar değil, insanın ve diğer varlıkların
yaşanmışlığından kaynaklanan deformasyonun
kendiliğindenliğine başvurur. Homeros’un
bütün tanrılarının antropomorfik olması yani
insanda bulunan tüm kusurların onlarda da
bulunması gibidir.
Picasso’nun konuları arasına da giren Kore
Savaşı’nda(1950–53), gerçekten de niye
gittiğini bilmeyen, hayali bir düşmana ve yerini
haritada dahi gösteremeyecekleri topraklarda
“37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere
toplam 721 şehitten, 2147 yaralı, 346 hasta,
234 esir ve 175 kayıptan” (5) oluşan yekûndan
biridir. Cengiz Savaş’ın bir bacağını Kore’de
bırakmış olan, arkadaşım dediği, Ayakkabı
tamircisi ‘Kore Gazisi’ Celal Usta.
Cengiz Savaş’a aralarında geçen bir
konuşmada, Enver Gökçe’nin şiirinden
söz ederek, bak Celal usta şair sizler için
ne diyor,cebinden çıkardığı gazetenin ilk
sayfasındaki şiiri okur,”Kore Dağlarında
Tabakam Kaldı Mapus Damlarında
Özgürlüğüm…”Acı bir gülümsemeyle,”güzel
yazmış,kalemi tükenmesin,ama ben bacağımı
bırakıp geldim orada” der. Sonra,dur,
ben de sana başka birisinin yazdıklarını
okuyayım,raftaki kenarları bükülmüş bir
defterin arasından çok okunmaktan olsa
gerek kırış kırış katlanmış bir kağıtta “Diyetimi
istiyorum Adnan Bey” diye devam eden bir şiiri
okur.
Bir sanatçı da düşün ve imge öğesi olarak;
insan ve insani öz çok kolaylıkla ete kemiğe
bürünmez. Doğrudanlığıyla değil, dolaylılığıyla
yansır. Ağır, hantal ve ruhsuz gerçekliğin
yüzeyselliğinde değil, Ortega Y Gasset’nin
“insanoğlunun elinde tuttuğu en verimli güç
ve etkisinin büyüklüğü neredeyse mucizeye
yaklaşır”(6) dediği eğretilemeyle ifade bulur.
Demokritos’un’ insan küçük bir evrendir’ ve
Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür.
Var olan şeylerin var oluşunun, var olmayan
şeylerin var olmayışının ölçüsüdür’ dediği yalın
bir özden kaynak alır. Bir ide olarak insani öz,
insanın, hayvanın ve nesnenin yani varlığın,
yarenliğine, arkadaşlığına yaslanır. Yunus
Emre’nin ‘biz kimseye kin tutmayız kamu
âlem birdir bize‘ve ayrıca ’kayaları söyletir,
kuvvetli nesnedir aşk’ dediği aşkı nesneyle,
nesneyi(insanı) aşkla harmanladığı bir yüce
gönüllülüğe dayanır.
Sanatçılar, dünya görüşlerini, yarattıkları biçim,
imge ve göstergeler aracılığıyla ele verirler.
“Resimlerimin otobiyografik bir yanı olduğunu
düşünüyorum. Resimlerimin konusu olan
15
insanlar, yaşadığım coğrafyaya ilişkin insan
tiplemeleridir” diyen Cengiz Savaş, kenarda,
itilmiş, çoğunlukla varlığı istatistikî bilgi
niteliğini geçmeyen büyük insanlığın küçük
yaşamlarını anıtsal formlara dönüştürür.
Sanatçı, resim dilini, optik alımlamanın,
hümanist aklın ve duygunun içtenliğinden
süzülen sinematografik bir anlatımla örer. Bu
dil, John Berger’in Soutine’e atıfla ”sanatı hem
geleneksel hem kaba sabaydı; bu karışım
moda olan tüm zevklere ters geliyordu. Sanki
resmi aksanlı, kaba bir lehçeymiş de dediği
anlaşılmıyor gibi: En iyi egzotik, en kötü
ihtimalle barbarca”(7)dediği dildir. Ve bu dil,
geçen Kasım ayında Paris Orengeri Müzesi’nin,
ev sahipliğini yaptığı Soutine retrospektifinde
bana Soutine ile Savaş arasında bazı
paralellikler kurma olanağı veren dildir.
Cengiz Savaş, uzun, tutarlı, içtenlikli ve inançla
yürünen bir yolun yolcusudur. Yaşamı ve
sanatsal tutumuyla Buffon’nun “tarz insanın ta
kendisidir” dediği ender sanatçılardan biridir.
Şubat 2013, Ankara
1. John Berger, Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru, Çev. Bülent
Somay, İstanbul, Metis,2011 s.23
2. E.H.Gombrich, Sanatın Öyküsü, Bedrettin Cömert, İstanbul, Remzi
Kitabevi, s:512
3. Hazırlayan: Enis Batur, Modernizmin Serüveni, Çev. Doğan Şahiner,
İstanbul, YKY, s:358–359
4. John Berger, Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru, Çev. Bülent
Somay, İstanbul, Metis,2011,18
5. GK, Web Sitesi
6. Jose Ortega Y Gasset, Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne
Düşünceler, Çev. N.Gül Işık, İstanbul, YKY, s.41
7. John Berger, Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru, Çev. Bülent
Somay, İstanbul, Metis,2011 s.36

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir